28 Ocak 2014 Salı

Vergi veren olarak hesap sormak ya da sor(a)mamak

Türkiye'de yaşayanlar olarak en büyük sorunumuz vergilerimizin peşinden koşmuyor olmamız.

Az önce Facebook'ta paylaştım; THY 100 TL'lik bilete 404 TL vergi kesiyor, bilet ücretinin 4 katı. Benzinde verginin vergisi kesiliyor, litre fiyatının yaklaşık 3/4'ü vergi.
Pek çok temel tüketim ürününde vergi oranı yüzde 18.
Elektrik, su, telefon, vs tüm faturalarda kullanım ücreti kadar vergi kesiliyor.

Sağlık hizmetlerinden, ulaşımdan, toplu taşımadan, çöpten, evden yetmiyor otomobilden (hem de her yıl MTV de var) vergi alınıyor.
Yani ekonomi biz vatandaşların ıvır-zıvır vergisi ile dönüyor.
Biz neden vergi veriyoruz? En kısa tabiri ile hizmet almak için, değil mi? Milletvekilleri, partiler, belediyeler, kamu kurumları, bakanlıklar, vs hepsi bize hizmet versin diye yani.

Peki, 75 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kaçı hükümete (sadece AKP'yi kastetmiyorum, geçmişteki tüm hükümetler de dahil) bir gün dahi 'Vergilerimle neler yapıyorsun, söyle bakalım' dedi, vergilerin usulsüz harcanmasının, milletvekili maaş zamlarının, o kadar vergiye rağmen alınamayan hizmetlerin hesabını sordu?

Türkiye adeta bir taşra kasabasına döndü. Seçimden seçime makyajlanan sokakları saymazsak doğru düzgün alınan hiçbir hizmet yok, her şey aksıyor, dökülüyor.

Örneğin tüm gelişmiş ülkelerde yağmur yağar, ama bir gram çamur göremezsiniz, sokaklarda su birikmez çünkü altyapı mükemmel işler. Fakat Türkiye'de yağmur aynı zamanda kafamıza kadar sıçrayan çamur, çukurlar dolusu su demektir. Çünkü vergilerimizle altyapıyı kurabilecek kapasitede yöneticilerimiz yoktur.

Ama biz oyumuzla makamına oturttuğumuz, vergimizle finanse ettiğimiz memurumuz olan bakanlardan, vekillerden, belediye başkanlarından garip bir şekilde korkar, çekiniriz. Kendilerinin bize koşulsuz şekilde hesap verme zorunluluğu olduğunu, bize hizmet vermekle ve saygılı davranmakla yükümlü olduklarını bir türlü kabul edemeyiz.

Demem odur ki, tüm gelişmiş ülkelerde vergi verenler (taxpayers) hükümet edenlerden çatır çatır hesap sorar, hükümet eden devletin parasını harcarken 'Aman hesabını veremeyeceğim bir iş yapmayayım' diye düşünür. O nedenle devletin parasının kötüye kullanımı çok hükümet düşürmüş, çok bakan, milletvekili ve belediye başkanı yemiştir.

Türkiye'de bizler vergilerimizin hesabını sormaya başladığımız anda ne günde üç öğün çocuk azarlar gibi bağıran bir başbakana, ne 'takla at' diyen bakana ne de 'fışkiyemi kim kırdı' diye soran bir belediye başkanına müstehak oluruz.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Atasun Optik, SGK ve kalın gözlük camları

Atasun Optik'in 68 TL'ye gözlük reklamını izleyince bu blog'u yazmak ve belki benim gibi binlerce kişinin sorununu aktarmak boynumun borcu oldu. Ortaokul 1. sınıftan bu yana gözlük kullanan bir insan olarak Sağlık Bakanlığı ve SGK'nın (eski adıyla SSK) biz yüksek numaralı gözlüklere mahkum olan sigortalılara ya da sigorta emeklilerine reva gördüğü bir uygulamadan bahsetmek istiyorum. Gözlük numaran büyük olunca, rahatsızlığın ister astigmat ister miyop olsun, gözlük camların da gazoz şişesi dibi kıvamına geliyor. Bu nedenle de inceltilmiş cam kullanmak estetik açıdan bir zorunluluk oluyor. Ancak SGK sadece gazoz şişesi dibi cam parası ödüyor ve inceltilmiş cam farkını ödemek kullanıcıya kalıyor. Öyle 40-50 TL'lik bir fark olsa hiç lafını etmeye değmez ama bu camlar en az çerçeve fiyatı kadar, hatta kimi zaman çerçeveden daha pahalı. 'Aman canım bu da dert mi, sen de ucuzunu alıver' diyecek olanlarınız varsa 25 yıldan fazla o camları kullanmaya çağırıyorum kendilerini. Bu ülkenin sağlık sistemi sigortalı çalışanına ya da emeklisine o kapkalın camlı gözlükleri taktırarak neyin cezasını veriyor olabilir acaba? Bu nedenle gerek SGK'yı gerekse Sağlık Bakanlığı'nı kalın gözlük camları yerine inceltilmişlerine destek vermeye davet ediyorum. Yüksek numaralı cam kullananlara da gazoz şişesi dibi ardından dünyayı görmek istemiyorlarsa Atasun Optik'in 68TL'ye gözlük reklamına kanmamalarını öneriyorum. Görüş alanınız hep açık olsun!

24 Ocak 2013 Perşembe

Washington DC, Bayburt ve İstanbul'un ortak nesi olabilir?

Washington DC, Bayburt ve İstanbul'un ortak nesi olabilir? Evet Bayburt'tan bir Amerikalı geçmiş. Ben de bu akşama kadar bilmiyordum. Her şey taaaaa New York'tan sevgili kuzenim Müge'nin Facebook'tan gönderdiği mesajla başladı aslında. İstanbul'da yaşayan Amerikalı bir arkadaşından bahsettiği mailinde bu arkadaşıyla tanışmamızı da önermişti. Mesajda bir Bayburt geçmekteydi ama pek de üzerinde durmadım. Sonra ortak bir mesajla ismini kullanmak için iznini almadığım ve kendisinden John diye bahsedeceğim arkadaşı ile online bir tanışma merasimi düzenledi. Biz ardından John ile Gmail'den yazışmıştık ve nihayet bu akşam bir araya geldik. Güleryüzlü, uzun boylu, oldukça yakışıklı bu yeni arkadaşımla laf lafı açtı, mesele Bayburt'a geldi. İşte şokum burada başladı. Zira doğma büyüme bir Türkiyeli olarak memlekette Ankara'nın ötesinde gidebildiğim en uç nokta Gaziantep'ken ABD'nin bağrından kopup gelen bu arkadaşım tam 9 ay Bayburt'ta yaşamış. Kendi deyimiyle 1950'lerden beri Bayburtluların gördüğü ilk Amerikalı! Sevgili John şakır şakır Türkçe konuşuyor. Hatta oturduğumuz mekanda çalan 'Ararım seni her yerde, ıssız gecelerde, sevdiğim nerde' nakaratlı şarkıya eşlik edecek kadar iyi Türkçesi. Hem de Türkçe'yi Bayburt'ta kahvede halkla konuşarak öğrenmiş!!! Ayrıca koyu bir arabesksever. Orhan Abi, Müslüm Baba ve İbrahim Tatlıses hayranı. Ve maalesef 'kanım sarı lacivert akıyor' diyen bir Fenerbahçe taraftarı. Ona göre Aziz Baba'nın şikeyle de alakası yok. Şok burada bitmedi tabii. Lafların kilit tutmadığı noktada iki ortak arkadaşımızın çıkması, üstelik bunlardan biriyle Antakya'da kebap yerken tanışmış olması, kelle-paça ve kokoreçi en sevdiği yiyecekler arasında sayması, henüz yeme fırsatı bulamadığım cağ kebabını Erzurum'da yediğini müthiş bir iştahla anlatması da bonus oldu. Ben tüm bunları dinlemenin şaşkınlığıyla bir sigara içmek için dışarı çıkayım dedim. Tesadüf bu ya, Radikal'in Yan Yayınlar Yönetmeni Cem Erciyes ile karşılaştık, ayaküstü lafladık. Haliyle sigara molam biraz uzadı. Geri dönüp 'Kusura bakma Radikal'den Cem'e rastladım' dediğimde 'Erciyes mi? Bugün Galatasaray Üniversitesi'ndeki yangınla ilgili güzel bir yazı yazmış' deyince ağzımı bir süre kapatamadım!! Meğer sıkı bir Radikal okuruymuş, özellikle de Pazar günleri Radikal İki'yi kaçırmıyormuş! Bayburt'tayken de orada Radikal okuyan muhtemelen tek kişiymiş. Doğal olarak bu noktada derin bir Radikal sohbetine de daldık. Ardından mekan değiştirelim, hem kokoreçten konuşup da yememek olmaz diyerek Şampiyon'un yolunu tuttuk. O faslı da hallettikten sonra evlere dağılma vakti geldi. Yeni arkadaşım John, son bombayı burada patlattı. 'Bu gece İntikam gecesi, gidip seyredeyim Bayburt'ta herkes Perşembe geceleri kahvede Kurtlar Vadisi izliyordu ama ben sevmediğim için eve gidip Fatmagül'ün Suçu Ne? izliyordum' demesine ben yıldızlı pekiyi verdim. Siz olsaydınız vermez miydiniz?

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Prag: İyi bira ve güzel insanlar sehri

Bu sabah 2009'dan bu yana ugramadigim Prag'a inerken ne yapsam diye düşünüyordum. Otelde bir miktar dinlenip sabah körü uyanmış olmanın mahmurluğunu üzerimden atınca eski dost Prag'i en turist halimle gezmeye koyuldum. Depresif olarak nitelediğim bu kentte yine de beni çeken bir şey var, adını koyamasam da hoşuma gidiyor. Otelim kentin orta yerinde, Charles Bridge'e 3 dakika uzaklıkta. Otelden çıkınca ilk iş İngiltere Büyükelçiliği'ne giden en kestirme yolu keşfe çıktım. Ama tariflere guvenilmeyecegini de bu keşifle anladım zira 3 dakikalık yol 23 dakika oldu. Yine de yarın elçiliğe giderken zaman kaybetmeyecek olmanın rahatlığıyla kaybolan 20 dakikayı pek önemsemedim ve kendimi Charles Bridge'e vurdum.  Yolda bana eşlik ediyormuscasina köprü uzerinde çöp toplayan kamyonu saymazsak keyifli bir sekilde köprüyü geçip karşı kıyıya ulaştım. Köprü girişinde 2009 Mayıs'ında sevgili Ferai Tinç ile Budvar'larimizi yudumladigimiz bara selam edip köprü uzerinde Charles Bridge Band'e kulak kesildim, bunlar da ayrıntı olarak not düşülsün :))  Ardından kendimi rengarenk kristallerin vitrinlerini susledigi dukkanlarin arasından geçerek kentin en turistik yerlerinden Astronomik Saat'in bulunduğu meydana attım. Yine sevgili Ferai ile oturup keyifli bir yemek yediğimiz Staromestska Restaurant'a kuruldum. Sansliydim zira meydana bakan güzel bir masayı boş buldum. Bu arada hava 30 derece ve hiçbir korunma malzemesi almadığım icin aksama istakoza dönüşme olasılığım oldukça fazla. Bu sıcakta bu masayı bulunca ilk is buz gibi bir Pilsner Urquell söyledim, hani derler ya, ilac gibi geldi. Ona küçük atistirmaliklar eşlik etti elbette.  Saat 17:30 ve gunes hala yakmakta. Aklımda önceki gelişimde kanka olduğumuz Türk marketciyi bulmak var ama başarabilir miyim kocaman bir muamma. Marketciyi bulma istegim cok ozledigimden degil tabii. Kendisinde cok çeşitli alkollü icecek vardı ve yer yokluğundan alamamıştım, şimdi valizimde epeyce yer var, alsam da es-dostla güzel bir partilesek derdindeyim.  Neyse sonunda kalkmayı başardım Staromestska'dan ve baktim ki saat 6'ya 5 var, Astronomik Saat'in azizlerinin gecit torenini izlemeden gecmedim.  Ardindan yürürken bir de ne göreyim: Kuzey ve Güney arasında aile faciasına neden olan Makara'lar önümde fildir fildir dönüyor :) e gormusken ve de mis gibi vanilya kokusunu alınca almayanı döverlerdi, durduk yerde dayak yememek icin ben de aldım ve afiyetle yedim! Cok lezzetli bu arada ve tanesi yaklaşık 6 lira (50 Cek kronasi). Sonra otele dönüş yolunu ararken (bilenler bilir, yon duygum sifirdir, geldiğim yolu bulamadım) yanımda yürüyen birisine 'Charles Bridge nerde kalıyor hemşehrim' minvalinde bir soru yönelttim. Kuzey Bohemya'li olduğunu sonradan öğrendiğim bu centilmen beyefendi köprüyü gecene kadar bana eşlik etti, hem de turistik route'dan degil ara sokaklardan yürüttü beni ki cok keyifliydi. Güzel bir sohbetle suyun öte yanına vardık ve yollarımız ayrıldı.  Ben de otelime vasil oldum.  Tam kendimi yatağa atayım diyordum ki yan yastıktan küçük bir örümcek bana goz kirpinca resepsiyonu aradım, sagolsun delikanli bir hamlede avucladi örümcek hazretlerini ve canına kastetmeye gerek kalmadan dışarı çıkardı.  Şimdi bu günü iyi bir dusla tamamlamak gerek. Otelde uydu yayınında problem var, TV yok ama neyse ki iPad ve wi-fi ile eksikliğini hissetmiyorum. Prag'dan ilk gün izlenimlerime şimdilik noktayı koyuyorum. Aksam gaza gelirsem belki ekleyeceğim seyler olabilir. C U :))

14 Nisan 2012 Cumartesi

Tuzla'da yağmur ve köfte

Günesin açıp açmama kararsızlığı yerini şiddetli bir yağmura bırakınca Modoko'da televizyon sehpası arama hevesinden vaz geçerek Arzu ile birlikte sahil yolu keyfi yapalım dedik. Şeytan Tuzla'da köfte yemeyi düşürunce aklımıza biz de kendisine pek karsı koymayarak şakır şakır yağan yağmura aldırmadan daha önce hakkında hiçbir fikre sahip olmadıgımız bu sevimli yerde bulduk kendimizi. Steve Jobs'a her kullandığımda sevgilerimi ilettiğim iPhone'umdan aldığımız tavsiye ile Filizler Koftecisi'ne yerlesip siparişlerimizi verdik, leziz bir turşu eşliğinde beklemeye başladık. O sırada kofteci musteri akınına uğradı. Sıra sıra pek çok mekan arasında en kalabalığı olan koftecimizi bizim tercih etme sebebimiz Hurriyet'in en iyi 10 koftecisi arasında ilk sırada yer almasiydi. Köftelerimiz gelince yanilmadigimizi anladık ve büyük bir keyifle yedik. Coban salata, cacik, patates kızartması ve dondurmalı irmik helvası da son derece basariliydi. Kofteciden kalkıp arabamıza gidene kadar çılgın gibi yağan yağmur şemsiye ve yagmurluklarimiza rağmen hinzirca bizi islatti ama bu bile keyfimize keyif kattı. Dönüşte burnumuzun ucunu dahi gormemize engel olan yagmur eslik etti yine bize. Göztepe'ye ulaştığımızda Optimum AVM'ye uğrayıp hızla ayakkabı ve kıyafet alışverişi yaparak kendimi eve attım, ayaklarım bir miktar isyanda ama güzel bir günün tadı damağımda koltuğuma uzanip bu entry'yi keyifle yazdım :)) Özetle: Tuzla'da köfte yiyin, yağmur eritmez korkmayın, iki kadın bir araya gelince alışveriş kaçınılmazdır!

12 Nisan 2012 Perşembe

Taksim ve The Marmara Kitchenette izlenimleri

Taksim Meydanı, İstanbul'un önünüzde resmi geçit yaptıgı bir yer sanki. Bu kentte yaşayan ya da misafirlik eden her çeşit insanın bir örneklemesine rastlananilecek bu seyrine doyulmaz meydanı kıyısında konuşlu The Marmara Kitchenette'ten izledim bu hafta bir aksamuzeri. Sevgili arkadasım Didocan'la günesin isittigi bir gunde buluşup yerleştiğimiz cadde kenarı masadan meydanın an be an degisimini gozlemleme fırsatı da buldum haliyle. Önce gencler, ogrenciler sonra isten çıkıp evine koşturanlar, arada otellerine yerleşme telasindaki dört bir milletten turistler ve son olarak eğlenme telasiyla Taksim'e henüz intikal edenler.
İnsan 13 yılını plazalarda çalışarak geçirince yasamın kendi akışından nasıl koptuğunu ancak o yasamın icine dalma fırsatını yakalayınca anlayabiliyormus. Yeni işimin bana bir iyiliği de bu kentin kalp atışlarını yeniden duyabilmemi sağlaması oldu aslında. İstanbul'a ayak basmamdan sonra tüm öğrenciliğimi geçirdiğim bu yasam alanından keskin bir sekilde kopmuştum ve şimdi hayatta demlenmis olarak dondüm bu senligin icine yeniden.
Bu arada Kitchenette'in tavuk schnitzelini de şiddetle tavsiye etmeden gecmeyeyim. Galeta unu yerine galetalarin kendilerini parçalayarak tavuk etini kaplamış ve o sekilde kizartmislar, yeşilliklere servis ediyorlar. Menünün en iyisi gibi göründü bana. Zira atmosferi iyi ama menüsü pek başarılı değil Kitchenette'in. Geliştirmeleri gerekiyor kanımca.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Balkon/Balcony

Sokakta olmak hissini sevdiğimden belki de balkondan vaz geçememem. E bir de İzmirli olmanın dayanılmaz balkon bağımlılığı var elbette. Bu nedenle eski oturduğum evde de şimdi babacığımın katkısıyla satın alıp taşındığım evde de iki geniş balkon bilinçli tercihtir. Yaz geldi mi evde oturmak zul geliyor, e bahçeli müstakil ev de yakın zamanda hayalden öte. Her daim eş dost sokak sokak gezmeye ne yaş müsait artık ne de çalışma temposu. Haliyle balkon tam bir yaz yaşam alanı. Şimdi aldım sodamı, leblebimi, sigaramı, kucakladım bilgisayarımı geçtim evin en püfür püfür yerine. Bu ilk blog yazımı balkonumdan, menekşelerimin, fesleğenlerimin, sardunyalarımın, papatyalarımın ve henüz meyve vermemiş domateslerimin arasından yazıyorum.
Küçükken de balkondan ayaklarımı sarkıtıp oturur, aşağıdan gelen geçene İzmir'de babamla gittiğimiz maçlarda tribünde öğrendiğim küfürleri savururmuşum. En favori küfürüm de 'Sahaya ineriz, ananızı lay lay lay'mış. Tabii bu yaşta balkondan aşağı küfür etmek olmaz, zaten ayak sarkıtacak demir de yok, balkon kapalı ama camlar açık :) Haftasonu teller de takıldı, böceklerin, sineklerin kanına girmemem için. Sen bahçelik yerde, bilimum hayvan, börtü böcek içinde büyü ve böyle bir fobi geliştir. Olacak şey değil ama olmuş işte, arada hayatı zehir etmiyor değil zira bir gün bile gece rahat rahat bahçelik yerde oturabilmiş değilimdir. Hep içimde bir tedirginlik, nerden gelecek böcek acaba diye. Ben o kadar beklediğimden olsa gerek, gelir de kerata. Sonrası çığlık kıyamet. İşte böyle, balkon yazıları devam edecektir kanımca. Artık bunu yayınlama zamanı.